SERMAYENİN YETERSİZ OLDUĞU BİR GELİŞMEKTE OLAN ÜLKEDE, KATMA DEĞERLİ ÜRETİM YAPAN YÜKSEK İMAJLI ENDÜSTRİLER NASIL DOĞAR? CEVAP, SAHİP OLDUĞU FİNANSAL KAPASİTE VE RİSK ALMA GÜCÜ NEDENİYLE, DEVLETTEN VE ONUN ELİNDE BÜYÜYECEK “BEBEK ENDÜSTRİLERDEN” GEÇMEKTEDİR. AÇIK ŞEKİLDE NEOLİBERALİZMİN DAYATTIĞI DEREGÜLASYON FURYASI İLE TERS DÜŞEN BU FİKRİN DOĞRULUĞUNU İSE ENDÜSTRİLEŞME YARIŞINA GEÇ BAŞLAMIŞ BİR ASYA ÜLKESİ OLAN JAPONYA VE 1950’LERDE KİŞİ BAŞI GELİRDE BİZDEN AŞAĞIDA OLAN GÜNEY KORE’DE GÖZLEMLEYEBİLİYORUZ.

İktisadın en ilginç özelliklerinden biri, bilimselliğini çok uzun zaman önce yitirmiş olmasıdır. Zira enflasyondan büyümeye her şeyi açıkladığına “inanılan” neoklasik iktisat okulu, Orta Çağ’ın kilise tartışmalarına benzer şekilde, yanlışlanabilirliğin ve test edilebilirliğin üzerine kurulu 500 yılık bilimsel metotların değil de tıpkı skolastik felsefe gibi dar görüşlülük ve körü körüne inadın biçimlendirdiği bir “inanç” haline gelmiştir. Modern neoklasik iktisat, diğer adıyla ortodoks (ana akım) iktisat bir inanç sistematiği haline getirilmiştir. İsmi bile, bilinç dışı şekilde, bize bunu sezdirmektedir. Bu durum, artık ekonomi politikalarından bahsederken doğru ya da yanlış veya etkili ya da etkisizi değil “ortodoks” ve “heterodoks” gibi dini terimler kullanılmasından da bellidir. Keynesyen düşüncenin 1973 ve 1979’daki petrol krizlerinin ardından yüksek enflasyonist ortamda (bunu aşırı ısınma durumu olarak da hayal edebilirsiniz) mum misali erimesi üzerine, kendisini büyüme ve yüksek kârlılığı piyasanın hükümdarlık kurduğu diyarlara tekrardan geri getirme vaadiyle tanıtıp önce üniversitelere, sonra devlet dairelerine ve nihayetinde bugün evlerimize kadar giren neoliberal paradigma, tıpkı “10 Emir” misali biz insanlara uyulması zorunlu kurallar getiriyor. Ve bu yeni inanç sisteminin insan aklına soktuğu emirlerin ilk üçü şu şekilde: (1) İktisattan başka inancın olmayacak. (2) Paradan başka emelin olmayacak, her şeyi parasallaştıracaksın. (3) Devletin adını boş yere ağzına almayacaksın, zira tüm kötülüklerin kaynağı regülasyonlardır. Performans ve büyüme adında iki büyük sütun üzerine kurulu dünyamızda bunlar artık birçok insanın kabul ettiği sözler. Piyasaya bırakıldığında ekonominin iyi gideceği, bunun için sermayenin her yere her vakit ve her şekilde giriş yapabilmesi gerektiği, dolayısıyla gümrük duvarlarının tıpkı Berlin Duvarı misali yıkılması ve her şeyin parasallaşmasının zorunlu olduğuna ve insanlığın ancak bu şekilde kurtulacağına inanılan yeni seküler kurtuluş teorisi, bizi 2025 yılının güncel bol “yeşilli” peyzajına itti. Fakat, bu noktada, dikkate alınması gereken bir mesele var: Türkiye, Özal’ın politikaları neticesinde, bahsettiğim kurtuluş teorisinin, daha teknik terimlerle konuşacak olursak, serbestleşme ve özelleştirme içerikli neoliberal politikaların uygulandığı ilk ülkelerden biri. Fakat 1980’lerden bugüne ülkenin ne denli kurtuluşa erdiği tartışmalı durumda. Türkiye’deki yüksek sermaye-düşük iş gücü katkılı ve yüksek getirili endüstrilerin gelişimi incelendiğinde, neoliberal politikaların katkısı etkisiz gözüküyor. Arçelik (1955), Ford Otosan (1959), Otokar (1963), TOFAŞ (1968), Brisa (1974) gibi özel teşebbüs ağır sanayi şirketleri kendi imalat kapasitelerini büyük oranda 1960’lar ve 1970’lerin ithal ikameci, yani devletin sıkı bir şekilde ağır sanayiyi büyütmek için aksiyon aldığı dönemde ortaya koydular. Yine, Türk ağır sanayisinin en büyük sorunlarından olan ara mal üretimi ve ham madde işlenmesinden sorumlu olan Kardemir (1937), Erdemir (1960), İsdemir (1970) gibi büyük çaplı üretim yapabilen demir çelik fabrikaları ve Batman (1955), İzmit (1961), İzmir (1972) petrol rafinerileri devletin yarattığı tekel veya KİT’ler (Kamu İktisadi Teşebbüsleri) olarak hayatımıza girdi. Mevcut savunma sanayisi şirketlerinin yine devlet tarafından, stratejik ihtiyaçlar öngörülerek kurulduğundan söz etmemize gerek yok bile. Peki, Özal’dan beridir Türk ekonomisinde ne tarz atılımlar gerçekleşti? Sermayenin serbestleştirilmesinin küçük çaplı girişimcilere hayat sağladığı doğru; bugün Türkiye’de her biri ayrı ayrı küçük parçaların üretiminde uzmanlaşmış KOBİ’lerin varlığı, Almanya’nın Mittelstand’ına benzer küçük ama esnek bir üreticiler ağının oluşması, varlığını 1980’lerin serbestleşme politikalarına borçlu. Örneğin ASELSAN-ROKETSAN ortaklığındaki SİPER Hava Savunma Sisteminin üretim ve geliştirilmesinde 50 kadar alt yüklenici ve 700 küçük işletme çalışıyor. Benzer bir görsel, EİRS Radarı gibi projelerde de karşımıza çıkıyor. Fakat aynı politikalar, 21’inci yüzyılın yüksek teknolojilerinin üretimine yol gösterecek, ASELSAN veya ROKETSAN benzeri yerli ana yüklenicilerin yaratılmasında etkisiz kaldı. Türkiye henüz yarı-iletkenler, iyon bataryalar, nadir madenlerin işlenmesi, yapay zekâ çalışmaları, telekomünikasyon altyapısı teknolojileri ve uzay-sivil havacılık teknolojilerinin üretiminde trenin geri vagonlarında bulunuyor. Bu durumun ardında yatan problem ise açık: Yatırımcı ve girişimciler ya büyük oynamaktan kaçınıyor ya da gerekli kaynaklara sahip değiller. Böylelikle bu yazının ana sorusuna geliyoruz: Sermayenin yetersiz olduğu gelişmekte olan bir ülkede, katma değerli üretim yapan yüksek imajlı endüstriler nasıl doğar? Cevap, sahip olduğu finansal kapasite ve risk alma gücü nedeniyle, devletten ve onun elinde büyüyecek “bebek   endüstrilerden” geçiyor. Açık şekilde neoliberalizmin dayattığı deregülasyon furyası ile ters düşen bu fikrin doğruluğunu ise endüstrileşme yarışına geç başlamış bir Asya ülkesi olan Japonya ve 1950’lerde kişi başı gelirde bizden aşağıda olan Güney Kore’de gözlemleyebiliyoruz. Japonya, egzotik kültürü ve teknoloji kullanım yöntemleri sebebiyle sadece bugün değil, geçmişte de ilgi çekici bir ülkeydi. Modern çağda Avrupalı bir gücü savaşta yenilgiye uğratan ilk Asya ülkesi olmasının da bu imaja katkısı var elbette (O dönemde Osmanlı’nın bir Avrupa devleti sayıldığını göz önünde bulundurmak gerek). Japonya, bu başarısını, 1868’de yayımlanan “Beş Maddelik Ant” ile başlayan Meiji Restorasyonu ve onun getirdiği modernleşme akımına borçluydu. Bu akım, tıpkı o dönemin her Asya ülkesinde de görüldüğü gibi, Avrupa tarafından sömürgeleştirilme korkusundan doğmuştu. Komodor Matthew C. Perry’nin gambot diplomasisi ile Japonya’yı ticaretini “serbestleştirmeye” zorlamasının ve Bakumatsu (Kapanış Perdesi anlamına gelen, 18531867 arası dönemi ifade eden terim) sürecinin ardından iktidara gelen yeni Meiji oligarşisi, ulusal varlığı korumak için ülkeyi silahlandırma ve modern bir ordu ile devlet kurma çabasına girişmişti. Tahmin edilebileceği gibi bu çalışmanın temel ayağı, Japonya sınırları içinde çalışacak bir savaş sanayi ve tersane sektörü kurmaktı. Fakat kısa bir süre sonra oligarklar, Avrupa ordularını güçlü yapan ana faktörü keşfettiler: Makineleşmiş sivil endüstri… İlk başta sadece ticaretin önemsendiği Meiji dünyası için bu anlayış değişikliği, ekonomide odağın kaymasına yol açtı. “Güçlü ordu” • 64 için önce “zengin millet” gerekiyordu. Sadece silah üretimi tekerleğin dönmesine yetmeyeceğinden, ham madde işlemenin de ötesine geçip nihai malların makineler aracılığıyla üretilmesine ihtiyaç vardı. Fakat dönemin yaşlı ve muhafazakâr loncaları, makineleşme için risk almaktan kaçınıyordu. Ayrıca finansman konusunda da sorunlar vardı ve Japonya’nın içinde bulunduğu kapitülasyonlar, gümrük duvarlarının yükselmesine izin vermeyince, Japon seçkinleri sanayileşmeyi teşvik etmekten de öte “öncülük” etmeye karar veriler. Tekstil üretiminde makine kullanımının tanıtılması için bizzat devlet tarafından kurulan Tomioka İpek Fabrikası, bir milat niteliğindeydi. En yüksek kalite ipek Çin’de üretilemeye devam etse de Japonların ipek üretimini makineleştirmesi ve standartlaştırması, Japon malı ipeğin küresel pazarı ele geçirmesine ve nihayetinde diğer endüstrilerde gerekli ekipman ve ham madde alımını finanse etti. Japon devletinin cüretkârlığı, tekstil endüstrisi dışında, Japonya’nın sadece sivil endüstrisinde değil savaş sanayisi için de gerekli olan çelik sektöründe de görülür. Yahata Çelik Fabrikası (1896) silah, inşaat, demir yolu ve gemi inşası için gittikçe artan çelik talebine karşılık kurulmuştu. Kardemir’e benzer şekilde, kömür kaynaklarına olan yakınlığı göz önüne alınarak yeri seçilen bu işletme, tatara denen geleneksel çelik üretim atölyelerine hem alternatif hem de örnek olması için kurulan çok sayıdaki Batı tarzı yankılı fırın tesisinden biriydi. Tesis, uzun bir süre boyunca düşük kalitede yüksek maliyetli çelik üretti; sık sık arızalar yaşanıyordu ve hatta operasyona geçişin ertesi yılı uzun bir süre boyunca çalışamaz haldeydi. Yine de fabrika, devlet sübvansiyonlarına güvenerek işletilmeye devam edildi ve aralarında “Japon metalürjisinin babası” lakaplı Kageyoshi Noro gibi birçok mühendisin yetişmesine ve yeni üretim tekniklerinin tanıtılmasına imkân yarattı. Hatta fabrikada yapılan ArGe çalışmaları, “Kuroda Kok Fırını” denen ve kok işleme verimliliğini artıran yeni bir fırının icat edilmesine yol açtı. Yeni geliştirilen kok fırınlarının enerji verimliliği, 1933 yılında Almanya’daki en gelişmiş kok fırınınınkine neredeyse eşitti. Diğer bir değişle Japonlar, toplam kapasitede olmasa bile tekil örneklerde çelik üretiminin yıldızları olan Almanlar ile aynı enerji verimliliğini yakalamışlardı ve bu teknolojik atılım ileride yeni teknolojilerin geliştirilmesine de ön ayak olacaktı. Benzer bir hikâye Güney Kore’de de gözlemlenebilir. Yıkıcı Kore Savaşı’nın üzerine geçen sekiz yılın ardından 1961’de 16 Mayıs Darbesi ile iktidara gelen General Park Chung-hee, kendi idealleri üzerine bir ülke inşa etme hayali ile tutuşuyordu. Japon işgali ve Kuzey ile olan savaşın hafızlarda yer ettiği bir dönemde güce eline geçiren General, Avrupa ve ABD tarzı bir tüketici cenneti değil ama tıpkı Meiji dönemi Japonları gibi “Zengin millet, güçlü ordu” sloganıyla tanıtılacak bir ordu-ulus hayalindeydi. Bu da hem bölgesel hem de küresel alanda rakiplerine karşı hiçbir avantajı olmamasına rağmen, Güney Kore’nin çelik ve diğer ağır endüstrilerin geliştirilmesine odaklanmasının başlıca sebebi ve Güney Kore’yi Doğu Asya’nın diğer kaplanlarından ayıran yegâne özelliktir. Güney Kore, işgal döneminin mirası olarak, yönetişim bakımından Japonlara en benzer Doğu Asya devletidir. General, iktidarının ilk altı ayında, hükümetin bütçesinin yönetilmesi, dış kredilerin güvence altına alınması ve ayrıca sanayileşmeyi düzenleyecek beş yıllık ekonomik kalkınma planlarının tasarlanması için Ekonomi Plan Kurulunu kurdu. Vergi imtiyazları ve lisans kontrolleri haricinde yatırım sermayesinin hangi yöne gideceği de böylelikle devletin tekeline geçti. Bu plan, 1970’lerde ortalama negatif yüzde 6,7’ye varacak düzeylerde iş kredilerinin verilmesini sağlayacak bir finansal akış da yarattı. Japonya’daki “zaibatsu”ların aksine özel bir banka etrafında değil de devlet ile kurulan sıkı bağlar üzerine gelişen Güney Kore “chaebol”ları, birçoğu mütevazı başlangıçlardan gelmesine rağmen (Samsung 1960’ların sonunda elektronik işine girmeden önce meyve-sebze ve yün ticareti ile uğraşıyordu), eskinin Generali yeni dönemin ise Başkanı olan Park Chung-hee tarafından önce tekstil sektörüne, sonra da ağır sanayi ve elektronik üretimine yönlendirildi. Özellikle ABD’nin İki Çin Krizi’nde Çin Halk Cumhuriyeti’ni tanıması, Vietnam’dan çekilmenin başlaması ve Nixon’un Güney Kore’deki askerleri azaltacağını duyurması, Güney Kore’de ağır sanayide bağımsızlık vurgusunun artmasına ve Başkan Park’ı (özellikle askeri alanda) kendi kendine yeten ama her şeyden önce ihracatla elde edilecek gelirlerle büyüyecek bir ekonominin yaratılmasına daha fazla odaklanmasına yol açtı. Böylelikle 1970’lerde çelik, kimya, otomobil, gemi, makine parçaları, elektronik üretimi önem aldı ve LG, Hyundai, Samsung gibi nihai tüketici ürünlerinden savunma sanayisi projelerine, gemi inşasından çip üretimine çeşitli alanlarda Güney Kore ekonomisini sürükleyen yüksek imajlı markalar ve endüstriler doğdu. 1972 yılında ilk ürünlerini piyasaya sunan ve 2023 yılı itibarıyla hacimde dünyanın en yüksek üretim yapan yedinci çelik firması olan POSCO (Pohang Demir ve Çelik Şirketi), Güney Kore devletinin politikalarının cisimleştiği ve ilk başta manasız, saçma, absürt gözüken bir girişimin nihayetinde nelere dönüşebileceğinin bir başka örneğidir. 1960’larda, çelik üretiminde kendi kendine yeterliliğin ve entegre bir çelik fabrikasının varlığının ulusal savunma ve ekonomik kalkınma için zorunluluğu fark edilmişti ve Park Chung-hee, bu ihtiyacın görülmesi için, yurt dışından toplanan kredileri kullanılarak POSCO’nun kurulmasını sağladı. Daha önce hiçbir çelik fabrikası olmayan Güney Kore’nin bu hamlesi çok sayıda şüphe çekmişti ve gerçekten de bir süre fabrika, Japon çeliğinin küresel çapta kalitesi ve fiyatı nedeniyle, onu finanse eden devlet için giderden ibaretti. Fakat POSCO, tıpkı Yahata Çelik Fabrikası örneğinde olduğu gibi, uzun vadede ekonomik büyümenin temel parçalarından biri oldu. Ulusal Yatırım Fonu ve Kore Kalkınma Bankası’nın çabaları sonucu Güney Kore’de gelişen ağır sanayilerin yarattığı talep, şirketin gelişmesine ve alt sektörlerdeki üretim girdilerinin düşmesiyle sonuçlandı. Sonuç olarak Japonya ve Güney Kore deneyimi, devletin atacağı somut adımların, daha önce esamesi okunmayan ve başlangıçtan yenik düşmüş basit geleneksel endüstrilerin devlet tarafından yeterli çaba ve kaynağın ayrılmasıyla zamanla dünyanın en verimli ve rekabetçi endüstrilerine dönüştürülebileceğinin kanıtıdır. Bunun için devletin, vergi mükelleflerinin ödediği vergileri belirli bir periyot için avantajı olmayan endüstrilere yönlendirmesi gerekebilir fakat “vatandaşın sırtında külfet gibi duran” bu tesislerde elde edilen deneyim, ortaya çıkan olanaklar, tanıtılan ve hatta geliştirilen teknoloji ve teknikler uzun vadede bir bebek endüstrinin bir deve dönüşmesine, hatta tüm ekonominin kalkınmasına yol açabilir. Bir zamanlar Asya’nın geride kalmışları, bugün ise dünya ekonomisinin lokomotifleri olan her iki gelişmiş ekonominin bize öğrettikleri, neoliberal anlatının kalkın(a)mamış bir ekonomi için bir anlam ifade etmediği, devletin alacağı rasyonel ve somut adımlardan korkulmaması gerektiğinin bariz bir göstergesidir. Ülkemiz açısından da büyük önem ifade eden “rasyonel devlet” tanımını da bir sonraki yazımızda irdeleyeceğiz...